Dil: Milletin Hafızası, Aidiyetin Anahtarı ve İnsan Olmanın Sessiz İmzası / Mustafa Salim Nursaçan

Dil: Milletin Hafızası, Aidiyetin Anahtarı ve İnsan Olmanın Sessiz İmzası

Millet, yalnızca aynı coğrafyada yaşayan insanların tesadüfî bir yığılması değildir. Millet, zamanın içinden süzülerek gelen bir müştereklik şuurudur; acıların hatıraya, hatıraların kimliğe dönüştüğü uzun bir yürüyüştür. Bu yürüyüşün pusulası aidiyet duygusudur. Aidiyet ise ancak insanın kendisini bir “biz” dairesi içinde anlamlandırabilmesiyle mümkündür. Fakat bu “biz” şuuru, soyut bir hissiyat değildir; onu taşıyan, besleyen ve kuşaktan kuşağa aktaran bir ana rahme ihtiyaç duyar. İşte o rahmin adı dildir.

Dil, sıradan bir anlaşma vasıtası değildir. O, düşüncenin evidir; duygunun kıyısıdır; anlamın saklandığı derin kuyudur. İnsan dili kullanmaz; insan, dilin içinde düşünür, dilin içinde hisseder, dilin içinde var olur. Bu yüzden dil, insan hayatına sonradan eklenen bir araç değil, insan olmanın kurucu şartıdır.

Dil, İsim ve Hilâfet: Esmânın Öğretimi Üzerinden İnsanın Üstünlüğü

Dil meselesinin en sahih ve en yüksek temellendirmesi, ilahî hitabın kendisinde yer alır. Bakara Suresi’nde Allahü Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ı yeryüzünde halife kılacağını bildirdiğinde, meleklerin itirazı insanın maddî değil, anlamsal bir varlık olduğunu ele verir. Ardından gelen “Âdem’e bütün isimleri öğretti” beyanı, insanı insan yapan asli yetkinin isimlendirme kudreti olduğunu ilan eder.

Meleklere “Eğer doğruysanız, bunların isimlerini bana söyleyin” denildiğinde onların suskunluğu bir cehalet değil, bir sınırdır. Çünkü isim vermek, yalnızca nesneleri tanımak değil; varlıkla bilinçli bir ilişki kurmaktır. İnsan, eşyaya isim vererek onu düşüncenin alanına çeker; anlamın, sorumluluğun ve ahlâkın konusu hâline getirir. Böylece dil, iletişimin ötesine geçer ve hilâfetin zemini olur. İnsan kelimelerle konuştuğu kadar, kelimelerle mesuliyet alır. Âdem’e öğretilen esmâ, insanın dünyayı yorumlama ve düzenleme yetkisinin ilahî kaynağıdır.

Dil Felsefesi ve İnsan: Herder’in Ufku

Bu ilahî hakikatin felsefî karşılığı, Herder’in dil anlayışında yankı bulur. Ona göre dilden önce insandan söz edilemez. Çünkü dil, düşüncenin taşıyıcısı değil, bizzat düşüncenin kendisidir. İnsan olmak, bir dile sahip olmak; bir dile sahip olmak ise bir topluluğun anlam dünyasına dâhil olmak demektir. Her dil, kendine özgü bir duyma ve düşünme tarzını içinde taşır. Bu da her toplumun dünyayı farklı bir yerden gördüğü anlamına gelir.

Zamanla bir milletin acı ve sevinçle yoğrulmuş hatıraları, kelimelerde tortulaşır. Tarih, dilin içine siner; yenilgiler suskunluk olur, zaferler destanlaşır. Bu sebeple bir milletin kültürünü çözümlemede dilden daha güvenilir bir ayna yoktur.

Ortadoğu Anlatılarında Dilin Kırılması: Büyük Kule

İnsanlığın bu hakikati sezgisel düzeyde kavradığı yerlerden biri de kadim Ortadoğu anlatılarıdır. Büyük kule kıssasında insanlar, birlikte hareket ederek göklere ulaşabileceklerine inanırlar. Taş taş üstüne konur, emek emekle birleşir; insanlar birbirini anladıkça yükselirler. Ancak Tanrı, insanların bu müştereklikten doğan kudretinden, kendi hâkimiyet alanına yaklaşmalarından endişe eder ve onların dillerini değiştirir. Bir anda kelimeler ayrışır, anlam parçalanır. Dün aynı taşı birbirine uzatan insanlar, bugün ne istediklerini anlatamaz hâle gelirler. Anlaşma bozulunca işbirliği çöker; işbirliği çökünce kule yarım kalır. İnsanlar göklere değil, birbirlerinden uzaklaşmaya mahkûm olurlar. Bu mitolojik anlatı, dilin yalnızca iletişimi değil, birlikte var olma imkânını temsil ettiğini çarpıcı biçimde gözler önüne serer.

Dil: Kültürün En Derin ve En Güvenilir Taşıyıcısı

Dil, kültürün sadece bir unsuru değil; onun taşıyıcı iskeletidir. Kültür dilde doğar, dilde korunur, dilde geleceğe taşınır. Bir milletin neyi kutsal saydığı, neyi ayıp gördüğü, neye güldüğü, neye ağladığı; en açık hâliyle dilinde görünür. Bu sebeple kültürü anlamak isteyen, önce kelimelerin izini sürmek zorundadır.

Osmanlı tecrübesinde Türkçe, Arnavut’un Arnavutça, Boşnak’ın Boşnakça konuştuğu bir dünyada müşterek bir üst dil olarak aidiyeti mümkün kılmıştır. Bir boşnak, kendi evinde Boşnakça konuşur veya bir arnavut, kendi evinde Arnavutça konuşur ama, bir arnavutla bir boşnak evlenmişse ortak dil Türkçedir. Türkçe ile anlaşırlar. Türkçe burada sadece anlaşmanın değil, ortak kader bilincinin dili olmuştur.

Dil ile Din Arasındaki Sessiz Sözleşme

Bin yılı aşkın süredir İslâmiyet’i benimsemiş olan Türk milletinin dili, dinle iç içe geçmiş durumdadır. Deyimlerimiz, atasözlerimiz, türkülerimiz, hatta günlük öfke ve sevinç ifadelerimiz bile dinî bir anlam evreninden beslenir. Bugün kendisini inançsız olarak tanımlayan bir fert dahi “Allah kahretsin”, “Allah sana hidayet versin” demekten kaçınmaz. Bu durum, dinin bireysel tercihin ötesinde toplumsal bilinçaltında dil yoluyla yaşadığını gösterir.

Soy, Dil ve Aidiyet: Macar Örneği

Öte yandan, bazı milletler dillerini kaybetmiş, fakat soy ve aidiyet bilincini muhafaza etmişlerdir. Çekler ve Slovaklar, uzun Alman tahakkümü altında dillerini unutturulmaya çalışılmış; fakat aynı soydan geldiklerine dair inançlarını yitirmemişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu inanç, dili yeniden doğurmuş; kelimeler, millî hafızanın çağrısıyla geri dönmüştür. Bu durum, dilin yalnızca sebep değil, bazen de sonuç olduğunu gösterir: Aidiyet bilinci, dili yeniden var edebilir.

Bugün Macarların Türk kökenine dair iddiaları ve bu iddialar etrafında gelişen yakınlaşma ise dil–soy–aidiyet üçgeninin hâlâ canlı bir potansiyel taşıdığını göstermektedir. Ortak köken inancı, ortak tarih tasavvuru ve giderek güçlenen kültürel temaslar, dilin yeniden birleştirici bir imkân hâline gelebileceğini işaret etmektedir. Bu, milletlerin yalnızca geçmişte değil, gelecekte de yeniden inşa edilebileceğini gösteren önemli bir örnektir.

Sonuç Yerine

Dil, milletin sesi değil; hafızasıdır. Hafıza silinirse kimlik dağılır. Dilini kaybeden milletler yalnızca kelimelerini değil, kendilerini kaybederler. Çünkü dil yoksa düşünce yetimdir; düşünce yoksa millet öksüzdür.

M. Salim Nursaçan

Yorumlar