İncili Çavuş’un Köyü: Travşın (Tel Afşin) S. Burhanettin AKBAŞ



---

İncili Çavuş’un Köyü: Travşın (Tel Afşin)

S. Burhanettin AKBAŞ

“Kayseri’de Yörükler ve Türkmenler” isimli kitabım yayımlandıktan sonra bazı büyüklerimiz beni yanlarına çağırıp şaşkınlıklarını gizleyemeden, “Aman Burhanettin, Kayseri’de bu kadar Yörük Türkmen mi var? Bu işleri nereden çıkardın?” demekten kendilerini alamadılar.
Onlara göre Yörük ve Türkmen demek; dağlarda yürüyen, yaylalarda gezen, göç eden insan demekti. Bugün apartmanlarda yaşayan, arabasına binen insanların atalarının Yörük ya da Türkmen olabileceği ihtimalini pek düşünemiyorlardı. Bu dar bakışın temelinde ise Türk kültür tarihine dair eksik bilgi yatıyordu.

Oysa Yörükler ve Türkmenler yalnızca göç eden insanlar değillerdi; altın işliyor, demir dövüyor, hayvan derisinden maharetli sanat eserleri çıkarıyor, kimi zaman da mimarlık yapıyorlardı. Selçuklu öncesi Asya’dan tutun, Anadolu, İran ve Arap coğrafyasına kadar birçok yerde izlerini bırakan eserler ortaya koymuşlardı. Bazılarına göre ise “boy halkası kırıldı” sözünün arkasına sığınıp bu toplulukların Anadolu’da düzen kuramayacağını savunanlar vardı. Halbuki mesele, halktan kopuk bir masa başı düşüncesinden ibaretti.

Ben de bu yüzden sahaya indikçe, köylere gittikçe, insanlarla konuştukça hakikatin ne kadar canlı olduğunu bir kez daha gördüm. Tıpkı Tomarza’nın eski adı Tıravşın (bugünkü İncili) köyünde olduğu gibi…

Cüneytoğullarından Firuzlu Kabilesine Uzanan Yol

İncili köyünde Kahraman ailesi ile sohbet ederken İncili Çavuş’un kim olduğu meselesini açtım. Ailenin köklü bir sülaleden geldiğini, Cüneytoğullarına mensup olduklarını öğrendim. İncili Çavuş’un ise Türkmen oymaklarından Firuz Oğulları kabilesine mensup olduğu söylendi. Maraş’ın Dulkadirli soyundan geldikleri ve köye ilk geldiklerinde Firuz İni denilen mağarada kaldıkları bilgisini verdiler. Bu mağarayı da bizzat gördüm. Çok eski, belki ilk Hıristiyanlık dönemlerine kadar uzanan bir yapı… Bir ucunun Keprin köyüne kadar gittiği söyleniyor fakat zamanla çökmeler olmuş.

Köyün eski adı Tıravşın… Elbistan’da da bir Tıravşın köyünün bulunması, göçün oradan geldiğinin açık bir delili. Celiloğulları’nın da Elbistan’ın Tıravşın köyünden geldiğini anlatmaları, bu bilgiyi doğruladı.
Zamanla lakaplar değişmiş ama halk hafızası dimdik ayakta.

Biz, Firuzlu kabilesini 1563’te Pınarbaşı’nda, 1570’te Tomarza’da görebiliyoruz. Dulkadirli ve Maraş Yörüklerinin Zamantı bölgesine hâkim olması da bunu doğruluyor. Aradan asırlar geçmesine rağmen kitabi bilgiler ile halk anlatıları birbirini tamamlıyor. Yeter ki halka sorulsun…

İncili Çavuş Saraya Nasıl Girdi?

Ömer Kahraman’dan dinlediklerim, halkın İncili Çavuş’a duyduğu saygının da bir göstergesiydi. Ona göre İncili Çavuş’un gerçek adı Mustafa ya da Osman olabilirdi. İstanbul’daki Firuz Ağa Camii’ni yaptıran kişinin de İncili olduğu, fakat camiye kendi adını değil, dip dedesi Firuz Kethüda’nın adını verdiği söyleniyordu.

Peki ona “İncili” lakabı niçin verildi?
Köyde anlatıldığına göre İncili, köse sakallı bir Türkmendi. Asker ocağında gür bıyıklı askerlerin arasında kendi bıyıkları seyrek olduğundan, bıyıklarını incilerle süslerdi. Bir gün padişah kendisini bu halde görünce:
“A be İncili!”
diye seslenmiş ve lakabı böylece kalmış.

Bir Bilmece… İki At… ve Saraya Uzanan Kapı

İncili’nin saraya girişi ise tam bir halk hikâyesi tadında. Rusların gönderdiği altınların tartılmadan ağırlığının nasıl anlaşılacağı sorusu sarayın akıldanelerinin çözemediği bir muamma olarak kalmıştı. Bu bilmece halka duyurulunca İncili ortaya çıkmış ve meseleyi çözmüş. Ardından Ruslar bu kez birbirinden ayırt edilemeyen iki at göndermişler. İncili, atların biri anne biri tay olduğunu ortaya çıkarınca saraya akıldane olarak alınmış.

Köylüler, İncili’nin Erciyes’ten köye su getirdiğini, fakat bugün su ve sağlık problemlerinin devam ettiğini söyledi. Aslında İncili Şenlikleri’ni vesile ederek bu sorunlarının çözülmesini istiyorlardı.

Halil Dede Türbesinde Bir Fetih Hikâyesi

Köyde, yüksek bir burcun üzerinde Halil Dede Türbesi bulunuyor. Ömer Kahraman’ın anlattıkları hem tarihî gerçekliği hem halkın tefekkürünü yansıtan çok değerli bilgilerdi.

Türbenin bulunduğu yer bir zamanlar kale imiş, aşağısında bir kilise… Mağaralarda gizlenen Hıristiyanların Türklere kayıp verdirdiği, Selçuklu döneminde bölgenin fethedildiği ve Halil isimli bir askerin burada şehit düştüğü anlatıldı. Bugün türbe onun adına yapılmış.

Evet, halk kültürü böyledir:
Diri, canlı ve kendine özgü…
Bu yüzden yıllarca köy köy gezmeyi, insanlarla sohbet etmeyi, onların hafızasından akan bilgileri kayıt altına almayı büyük bir zevk saydım.

Son Söz: Asalet Apartmanda Değil, Köklerde

Şimdi masa başında oturup ahkâm kesenlere bir çift sözüm var:
Biraz dışarı çıkın, insanlarla konuşun, tarih kokan bu topraklarda yürüyün. Türkmenlik ve Yörüklük adına kafanızdaki dar kalıpları bir kenara bırakın.

Bugün apartmanda oturmanız size asalet kazandırmaz.
Ama Oğuz’un bir boyundan gelmek, bu toprakları fetheden ve imar eden o ruhun bugünkü temsilcisi olmak büyük bir gururdur.
Bu, gocunulacak değil, övünülecek bir hâldir.

Biz Türkmen’iz…
Kimi zaman İncili Çavuş olup saraya gireriz, kimi zaman yaylada çadır kurarız.
Ata da bineriz, arabaya da.
Acılı çaman da yeriz, mantının suyunu da bağrımıza dökeriz 
Ama özümüzden kopmayız.

Bilmem anlatabildim mi?



Yorumlar